Evde kalmanın en büyük nimetlerinden biri sabah kalkıp en yakında bulunan fırından sıcak bagetler alıp keyifli bir kahvaltı yapmak. Gerçi 1 yaşında ki Ali sayesinde benim sabahlarım 06.00’da başladı tatil boyunca ama olsun.
3.günümüzü 60 km uzaklıkta ki Cassis isimli küçük bir kasabaya ayırıyoruz. Upuzun kumsalı ve sahil boyu kafe ve restoranlarıyla çok sevimli bir kasaba burası.
Ufak koylardan oluşan bu bölgeye les calanques adı veriliyor. Limandan kalkan tekne turlarıyla küçük koylar gezilebiliyor. Yaz mevsiminde giderseniz denize girmek için çok iyi bir alternatif. Biz ılık ve bulutlu bir günde gitmemize rağmen şehir çok kalabalıktı.(www.lavisitedescalanques.com)
Ertesi gün için yoğun bir plan yapmış olduğumuzdan günü bu kasabada kahve ve karamelli krep eşliğinde tamamlamayı tercih ediyoruz.
4. günümüzün tamamını Provans’ın en etkileyici bölgelerinden biri olan Luberon’ da ki kasabalara ayırıyoruz. En yüksek noktası 1125m olan Luberon’un büyük bölümü ulusal park kategorisinde. 1000’in üzerinde bitki türü ve çok zengin bir yabani yaşama sahip.
İlk durağımız Lourmarin Şatosu. Eski şato denilen bölüm 15. yüzyılda, yeni şato denilen bölüm ise 16. Yüzyılda inşa edilmiş. Zaman içinde çeşitli ailelerin eline geçen şato Fransız Devrimi sırasında Lourmarin doğumlu ünlü kaşif Philippe de Girard’a ev sahipliği yapmış. 1920 yılında tarihçi Robert Laurent Vibert tarafından satın alınarak yıkılmaktan kurtulmuş ve bir grup arkadaşı tarafından restore edilmiş.
1925 yılında bir trafik kazasında vefat edince şato içinde ki tüm sanat koleksiyonu, kütüphanesi ve eşyaları her sene genç yazarlar, şair, ressam ve müzisyenlere kapısını açmak şartıyla, Aix-En Provence Sanat ve Bilim akademisine miras kalmış. Hala yaz ve sonbaharda konserler ve tiyatro gösterileri yapılıyormuş. Aynı zamanda etkinlikler, düğünler için de kiralanıyormuş.
Şatonun aşağısında şarap tadımı yapabileceğiniz bir kav bile mevcut.
Sırada 12.yüzyıl kilisesi ve 13.yüzyıl surlarıyla bölgenin en büyük köyü olan Bonnieux var. Köye tepeden bakan “Brasserie Les Terasses”ta oturup müthiş manzaraya karşı bir kadeh şarap içmenizi tavsiye ederim.
Provansla ilgili araştırma yaptıysanız mutlaka Lacoste ismine rastlamışsınızdır. Ben ilk defa İz Tv’de seyrettiğim bir belgeselde denk gelmiş ve görülmesi gerekenler listeme kaydetmiştim. 446 kişinin yaşadığı 10.66km2’lik bir alana yayılmış bu köy 18.yüzyılda Lacoste şatosunun ünlü sahibi Marquis de Sade sayesinde çok tanınıyor.
Gerçi kendisi çok uzun süre yaşayamamış burada. Yaşadığı hayata bağlı sebeplerden hapse atılmadan önce sığınmış bir süre bu şatoya. 120 kişilik bir tiyatro salonu inşa ettirmiş ve satoya çok bağlı olduğu bilinirmiş. Bahçesinde bulunan heykellerin bizi çok etkilediğini söylemem lazım.
2001 yılında ünlü fransız modacı Pierre Cardin tarafından satın alınmış ve o zamandan beri her sene festivallere ev sahipliği yapmış. Köyü gezmek isterseniz otoparka arabanızı bırakıp şatoya kadar yürüyebilirsiniz yada bizim gibi yukarı kadar çıkıp şatoyu görebilirsiniz. Sanırım köyde sadece bir tane minik kafe var yani uzun saatler geçirmeniz pek mümkün değil burada.
Kahvenizi sırada ki köy olan Menerbes’e saklayın 🙂
Bölgenin en tatlı köylerinden biri burası. Şehrin girişinde bulunan hava durumu tahmin panosu özellikle benim favorim oldu…
Öğle yemeği için sırada ki köy olan Fontaine de Vaucluse’e geçiyoruz. Bir yamacın eteklerinde bulunan ve saniyede 90.000lt suyun yeryüzüne çıktığı bir kaynağın bulunduğu Sorgue nehri kıyısında bulunan bu köyde 15.yüzyıldan kalma yöntemlerle el yapımı kağıtlar üretiliyor.
Fransa’nın en güçlü akarsuyu olan Sorgue aynı zamanda bu kağıt değirmenine enerji sağlıyormuş. Köyde aynı zamanda fransız direnişine adanmış bir müzede bulunuyor.
Öğle yemeği için annemin daha önce denemiş olduğu Lou Fanau (http://www.tripadvisor.com.tr/Restaurant_Review-g608806-d815044-Reviews-Lou_Fanau-Fontaine_de_Vaucluse_Vaucluse_Provence.html) isimli restoranı buluyoruz ama maalesef cenazeden dolayı kapalı olduğunu görüp “Le Verdelet” adında ufak bir restorana giriyoruz.
Karnımızı doyurup kağıt üretimini seyretmeye gidiyoruz. Sinan kağıdın hammaddesi olan selüloz ithal ettiği için onunda ilgilisini çekiyor bu üretimhane.
Tekrar yola çıkıyoruz ve civarın en çok ziyaretçi çeken köylerinden biri olan Gordes’a geliyoruz. 16.yüzyıldan kalma bir şatonun hakim olduğu köy ufak sokakları, kafeleriyle Fransa’nın en güzel köyleri listesinde üst sıralarda.
Şehrin meydanında “Le Rennaisance” isimli bir otel/restoran var. Kahve içmek için tercih edebilirsiniz, çünkü yemek fiyatları ortalamanın çok çok üzerinde.
Eve dönmeden son durağımız aşı boyalı evleriyle ünlü Rousillon.
Efsaneye göre Lady Sermonde ve Lord Raymond d’Avignon Rousillon şatosunda yaşıyorlar. Lord de Cabestan’ın oğlu Guillaume şatoya şövalyelik eğitimi için geliyor.
Lord çok sık eşini yalnız bırakıp ava gidiyor ve bu sırada Guillaume ve Lady Sermonde aşık oluyorlar. Şato çalışanları şüphelenip durumu Lord’a şikayet ediyorlar. Lord Guillaume’u ava davet edip dedikoduların gerçek olup olmadığını soruyor ve eşinin kız kardeşine aşık olduğu cevabını alıyor. Guillaume ile beraber kız kardeşe gidiyorlar tasdikletmek için. Ancak Lady bu yalanı öğrenip resti çekiyor ve Guillaume Lord’a herşeyi anlatıyor. Lord sinirden deliriyor ve Guillaume’u sırtından bıçaklıyor, kafasını koparıp kalbini söküyor. Şatoya dönüyor ve aşçısından söktüğü kalple bir yemek hazırlamasını istiyor. Lady kendisine ikram edilen yemeğin aşığının kalbine ait olduğunu öğreniyor ve kocasına “bana öyle güzel bir yemek sundunuz ki bir daha başka bir yemek yemek istemeyeceğim” diyor. Karısının aşkını anlayan Lord kılıcını çekiyor fakat Lady kaçıp kendini boşluğa atıyor. Lady’nin kanı tüm toprakları kırmızıya boyuyor ve düştüğü noktada bir su kaynağı meydana geliyor.
Düştüğü varsayılan nokta gerçekten şehrin diğer bölgelerinden daha kırmızı. Toprağın kırmızı olmasının asıl sebebi ise killi olması 🙂 Zaten evler bu renkten esinlenerek boyatılmış aşı rengine, pencerelerin kepenkleri ise rengarenk.
Bir günde 7 köy görmenin yorgunluğu ve göremediğimiz köylerin listesiyle (İsle sur la Sorgue, Chateauneuf du Pâpe) eve dönüyoruz.